Savaşa ve Hayata Farklı Açılardan Bakmak; Joseph Walser’ın Makinesi ve Bir Adam: Klaus Klump

Bir fabrikada çalışan ve sağ elinin işaret parmağını makineye (fabrikadaki makinesine) kaptıran Joseph Walser, bir iç savaş, usta başı Klober, onun insana, tarihe, yaşama ilişkin düşünceleri, olayların geçtiği hayali ülkedeki insan ilişkileri üzerine bir kitap Joseph Walser’ın Makinesi. Yazarı Gonçalo M. Tavaris’in “Krallık” dörtlemesinin ilk romanı. Kitapta dörtlemenin iki romanı yer alıyor. Diğer roman, Bir Adam: Klaus Klump. Bu roman da aynı yerde aynı zamanda geçiyor. Farksa ilk romanın işçiler, ikincisinin toplumun başka kesimleri ve işverenler açısından olaylara yaklaşması.

Joseph Walser’ın Makinesinde ilk satırlardan itibaren kahramanımız Joseph Walser’ı tanımaya başlıyoruz. Yine ilk sayfalarda usta başı Klober Muller’le tanışıyoruz. Konuşkan bir adam Klober, özellikle Joseph Walser’la olduğunda. Ayrıca kesin, net düşüncelere sahip, kendinden emin. Walser’sa disiplinli, hemen her gün aynı şeyleri yapan, kendi halinde bir adam. Tek tutkusu değişik metalleri biriktirmek, bir metal koleksiyonu var. Bakıldığında bu da metaya dayalı, soğuk bir “tutku”, sanat koleksiyonuna benzemiyor. Ama yine de koleksiyon onun mantıksız tarafı. Bu “tutku”su ona bazen hırsızlık yaptırabiliyor. Mantıklı olanın dışına çıkmasına sebep oluyor. Ancak burada koleksiyonerliğe dair o gerçek tutku, o haz duygusunu göremiyoruz. Bu “tutku” onun kendine ait biricik etkinliği olarak değer kazanıyor. Walser makinesini sevdiği gibi seviyor bu metalleri. Oysa makinesi onun değişiyle onu gözlüyor, bir hata yapmasını umuyor ki bu işaret parmağını kaybetmesiyle gerçekleşiyor.

Walser işaret parmağını makinesine kaptırıp kaybettikten sonra ondan ayrılmak zorunda kalıyor, idari işlerle ilgili bir bölüme veriliyor. Bu onda bir üzüntü yaratıyor fakat bu da mantıklı ve rasyonel bir üzüntü. Walser çoğu durumda mantıklı kalmayı başarabilen bir adam.

“Yetkinlik duygusunun içine sızmış melankoli. İçinde bir dünyadan –makinelerin dünyasından- sürgün edildiği ve artık orada hoş karşılanmayacağı duygusu vardı. Bir parmak kaybederek, bu başka evrende saygı görmesini sağlayan niteliklerini de kaybetmişti.”Sf.71

Yaşadığı melankoli de gördüğümüz gibi makinesinden ayrılması nedeniyle yaşanan bir melankoli. Herhangi bir duygusallık hissetmiyoruz Walser’a ilişkin anlatımlarda.

Roman boyunca çoğunlukla Walser’ın değil de Klober’ın düşünceleriyle ilerliyoruz. Örneğin

mutlulukla ilgili düşünceler. Mutluluğu bir mekanizma olarak görüyor. Öyle bir mekanizma ki mutlu olmak artık Ruh sözcüğüyle ilintili değil, somut maddelere bağlı. Buna hayır diyerek itiraz etmek pek mümkün görünmüyor tüketim çılgınlığımız düşünüldüğünde. Ama ben yine de ruhun tam olarak mutlulukla ilintili olmaktan çıktığını, insan ruhunun içinde olmadığı bir mutluluğun olabileceğini, en azından bunun gerçek bir mutluluk olacağını düşünmüyorum. Anlık hazlar olsa olsa madde dünyasının bize sağladığı. Gerçek bir doyum için insan ruhunun işin içinde olması gerek ki bu da safi maddeyle olabilecek bir şey değil.

Dahası mutluluğun sadece maddesel ilişkilere bağlı olması Klober’ın dediği gibi varlığı gereksiz bir fazlalık haline getirebilir böylece insana has beklentiler, mücadeleler ya da önseziler de yitecektir.

Kahramanımız Walser’a dönersek, onun düzenli hayatı, metal biriktirme “tutkusu” dışında hafta içi fabrikada çalışma ve cumartesi geceleriyse işten arkadaşlarıyla küçük bahislerde zar atmayla sınırlı. Ancak bu zar atma oyunu da hem bir rutin hem de hafta içindeki itaatin bir tekrarı; burada da şansa ve şanssızlığa itaat ediyor Walser ve arkadaşları. Walser’sa bunu bir güç olarak görüyor.

“Fiziksel dünyanın eveti ve hayırı o an tamamen başparmağının bir hareketine bağlıymış gibiydi.” Sf.27 Yalancı bir tatmin görüyoruz burada. Walser zarlarla kendini güçlü hissediyor.

Bu arada bir savaş başlıyor. Bu savaş bir iç savaş. Walser’ın savaşla buluşması yine bir metal parçasıyla oluyor. Walser bir parmağı-işaretparmağı- eksik sağ eliyle bir silaha dokunuyor ve savaşın bir parçasını tutuyor. (Bu silah parçasının hangi tarafa –askerlere mi, gerillalara mı- ait olduğunun onun için bir önemi yok. )Böylece de kendince savaşa müdahele ettiğini düşünüyor. Oysa savaşa dahil olması Klober’in bir cumartesi akşamı zar atmaya gitmemesi için onu uyarmasıyla oluyor. O Klober’ın uyarısını dinleyip gitmeyerek tutuklanmaktan kurtuluyor. Üstelik arkadaşlarını da uyarmıyor ve bundan rahatsızlık duymuyor. Walser’da pişmanlıktan iz yok. Zaten romanda hayretle karşılanacak şeylere bir kayıtsızlık, duygusuzluk hali çok belirgin. İnsanların duyguları alınmış gibi.

Savaşa ve savaşta bir şekilde normalliğin sürmesine ilişkin düşüncelerde yaşadığımız günlere de uyuyor. Dışarıda belirsizlik sürse de kapalı bir dünyanın kuralları değişmiyor. Normallik yıkıntıların üzerinde devam ederken yaşam dediğimiz organizma en tuhaf ve karmaşık durumlarda alışkanlıklarını sürdürmeye devam ediyor.

“Ülkenin yönetimiyle karşılaştırıldığında, savaş zamanında her insan bireysel olarak, kendi adına, görevi temelde tekrarları dayatmak olan bir Normallik Bakanlığı kurmuş gibiydi. Çünkü sadece tekrarlar onları yaşatabiliyordu.” Sf.88

Kitabın sonu sürprizli. Fakat Tavares sürprizleri hep sezdiriyor. Yani ne o olacağını tahmin edebiliyorsunuz. Bunu bence bilinçli yapıyor.

İşaret parmağı olmayan biri silah kullanabilir mi? Klober bizi bu soruyla baş başa bırakıyor.

Diğer kitap Bir Adam: Klaus Klump ise daha çok düşünceler üzerinden ilerliyor. Savaşa, makinelere, insanlara, tarihe, müziğe ve utanma, mutluluk, korku, utanç gibi duygulara ilişkin düşünceler bunlar.

“Çünkü korkulduğunda utanılmaz, diğer bir değişle utanç korkudan daha az yer kaplar. Korku devasadır. Ve bu yüzden utanç var olmaz”Sf.143

Müziğe ilişkin düşüncelere de yer verilmiş. Savaş zamanındaki müziğe ve belki faşizm altındaki bir toplumdaki muktedirin müziğine ilişkin oldukça doğru tespitler var. Müziği şehrin üstüne inen vebaya benzetiyor Tavares. Askerlerin gelişini dolayısıyla korkuyu çağrıştırıyor müzik. En çok kadınlar ve çocuklar müzikten korkuyorlar çünkü tecavüz ve yağmalama sürüyor.

Karakterler aracılığıyla savaş içindeki ilişkilere de yer veriliyor roman boyunca. Örneğin romanın kahramanlarından Herthe her durumda ayakta kalmayı başaran savaşı kendi lehine çevirebilen bir kadın. Onun mutluluğu, daha sonra öldürülecek olan “tüm ordu tarafından korunan ve zeki bir kamu mevduatı” olarak tanımlanan Ortho adlı subayın hayatında olmasına bağlı. Onu seviyor ve mutlu. Mutlu çünkü o zeki ve silahlı bir kamu mevduatı. Daha öncesinde ise Herthe savaşa başka bir şekilde dahil oluyor.

“Ve direnişten Herthe ile yatan her adam, onunla tek bir kez yatıyordu çünkü uyandığında etrafı askerlerle çevrilmiş oluyordu. Kaç kişiyi askerlere teslim etmişti acaba? Nasıl bilinir ki? Yedi, sekiz?” Sf.171

Herthe daha sonra bölgedeki en büyük beş fabrikadan ikisinin sahibi olan Leo Vast’la evleniyor. Leo Vast aynı zamanda ilk romandaki kahramanımız Walser’ın patronu.

Kitaba ismini veren Klaus Klump ise matbaa sahibi bir editör. Savaşta arkadaşları ölüyor ve o tarafsız kalmayı bir süre başarıyor, çünkü matbaasına girmeyi başaramamış askerler ya da gerillalar henüz. Tıpkı ilk romandaki Walser gibi o da savaş karşısında kayıtsız ama alışkanlıkları konusunda hassas hatta alışkanlıkları uğruna ölmeye hazır. Fakat romanın ilerleyen sayfalarında tutuklanıyor.

“Herthe, Klaus’u öpmüş bir kadındı. Askerler gelmiş ve aşıkların arasına girmişti.”Sf. 170 Yani Klump savaşla ilgili olduğu için değil Herthe ile birlikte olduğu için tutuklanıyor.

Kitap bize bir tür ikiyüzlülüğü işaret eden, Herthe ve Klump’ın yolda gördüğü bir fahişeye ilişkin şu satırlarla bitiyor;

““Bu iş şehrin sonunu getirecek” dedi Herthe Leo Vast.”

Daha önce söylediğim gibi iki roman da aynı ülkede aynı zamanda farklı insanların bakış açısından dünyaya bakıyor. İlk romanda işçilerin o mantıkla örülü, neredeyse duygusuz dünyalarına tanık olurken ikinci romanda her şekilde ayakta kalmayı başaran insanların iki yüzlülüğüne tanık oluyoruz. İki roman da insanın içinde onu üşütürken, insanlık üzerine düşünmemizi sağlıyor.

POETİKANIN HATA-İ YOLUNDA KESİŞEN YOLLAR

Bu yazı, Cemal Atay Genç’in Kaos Çocuk Parkı Yayınları’ndan çıkan son kitabı Poetikanın Hata-i Yolu: Kırklar Cemi ve Derrida üzerine bir yazı olacak. Öncelikle karşılaştırmalı yazıları sevdiğimi ve zaman zaman bu türden yazılar yazdığımı söylemeliyim. Belki de bu nedenle ilk anda dikkatimi çeken kitabın ismi oldu: “Kırklar Cemi ve Derrida”.

Her şeyin birbiriyle bağlantılı olduğunu ilk söyleyen kimdi? Da Vinci sanırım.

Kitap beş ana bölümden oluşuyor. Birinci bölüm olan Hata-i Yolu bölümünde iki yazı yer alıyor. Birincisi “Ontik Olanın Olanaklılığı” ki, orada yer alan ontik olanın ne olduğuna ilişkin cümlelere yazının sonunda yer vereceğim. Diğeri ise “Şiir ve Hakikat”. Genç, bu yazısında şiir ve hakikat arasındaki ilişkiyi Heidegger ve Alevilik üzerinden okumaya çalıştığını söylüyor. Heidegger’in Dasein (orada olma hali) kavramına değiniyor. “Dasein, ölümlü bir varlık olmanın bilincinde olmaktır” diyor Genç. Sonrasında ölümle olan ilişkimize değiniyor. Yakınlarımızın ölümüyle kısa süreli karşılaşmalardan öteye geçemediğimiz bir şeydir genelde ölüm. “‘Bir gün öleceğim’deki ‘bir gün’ aslında ‘hiç gündür’, o hiç gelmeyecek olan, ötedeki, çok uzaktaki gündür. Ölen kişi hep başkasıdır, ben değilimdir.” Oysa kişinin hayatına anlam katması ölümlü olduğunun bilincine varmasıyla mümkündür. Bu durumu, varlığın anlamını, hakikati bize en iyi şekilde gösteren kişiler Heidegger’e göre sanatçılardır.
Bundan sonra Genç, Aleviliğin temel kavramlarından biri olan Can kavramını açıklıyor. Canların hakikate ulaşması için geçmesi gereken dört kapı, kırk makamı anlatıyor ve Heidegger’in Hakikati en iyi dile getiren kişilerin şairler olduğunu söylemesi gibi, bizde de bu kişilerin halk ozanları olduğunu söyleyerek yazısını Kul Himmetten bir dörtlükle bitiriyor:

“Gafil gezme şaşkın

Bir gün ölürsün

Dünya kadar malın

Olsa ne fayda”

İkinci bölüm yani “Lahitteki Sözler” bölümünde on yazı bulunuyor. Bu yazılardan bir kaçına değineceğim. İlki kitaba da ismini veren “Kırklar Cemi ve Derrida”. Bu yazıda Genç, Derrida’nın konukseverlik kavramından yola çıkıyor. Derrida’nın koşullu konukseverlikle aynı anlamda kullandığı hoşgörü kavramı koşullu, sakıngan, ihtiyatlı bir konukseverliktir. Oysa gerçek konukseverlik, kapımızı çalan herkesi, hiçbir koşul dayatmadan, peşinen, teklifsiz şekilde içeri buyur etmektir. Bu noktada evimize gelen konuğa “misafir gibi davranma” demek bile ona misafir olduğunu hatırlatmaktır. Buradan Kırklar cemine geçen Genç, Hz. Muhammed’in kırklar cemine nasıl kabul edildiğini anlatıyor kısaca. “Kimsin?” sorusuna kendilerince uygun gördükleri cevabı aldıklarında Hz. Muhammed’i içeri buyur eder kırklar. Hz. Ali’nin de içinde bulunduğu kırklar statü olarak ne alt, ne üst ilişkisi içindedir. Sonrasında ise Hz. Muhammed ve Hz. Ali’nin musahip ( dünya ve ahiret kardeşi) olmasına değiniyor Genç ve yazıyı “Ev neresidir: benim barındığım yer mi, benliğimin barındığı yer mi?”, “Kimdir konuk olan: kan mı, can mı?” gibi sorularla bitiriyor.

Diğer bir yazı “Lilith-Havva-Naciye”, Genç’in değişiyle İbranilerin ve Alevilerin kendi Ötekilerini nasıl oluşturduklarını, kendi kimliklerini nasıl kurguladıklarını, Lilith-Havva, Havva-Naciye mitolojik karakterlerine yansıttıkları zıtlıklar üzerinden anlamaya çalışıyor. Biliyorsunuz, Lilith Adem’e itaat etmemiş, kendini Adem’le eşit görmüş bu nedenle de cezalandırılmıştır. Havva ise Lilith gibi topraktan değil Adem’in kaburga kemiğinden yaratıldığı için Adem’e tabidir. Bu nedenle kötülükler ve olumsuzluklar Lilith’e atfedilirken, tüm olumlu özellikler Havva’ya ait olacaktır. Ve bu nedenle de Lilith kutsal kitaplarda yer almaz. Peki Naciye kimdir? O da Alevi inanışına göre Havva’nın ötekisidir. O tanrı tarafından Adem’e gönderilen bir melektir. Genç, yazıyı erkeklere yerinde bir atıfla bitiriyor. Aslında başka bir yazının da kapısını aralıyor: Peki “her daim sütten çıkmış ak kaşık gibi saf, temiz ve günahsız” erkek kahramanlar nerededir?

Diğer bir yazı, “Zamanın Çivisi Çıktı” yazısında Genç, amacının gündelik zaman diye yaşadığımız zamanın dışında başka bir zamanın olabilirliğini göstermeye çalışmak olduğunu söylüyor. Öncelikle modern fiziğin tanımında zamanın, evrenin başka bir boyutu olduğunu söylerken, saat zamanı dışında sanatçının yaratı esnasında içinde bulunduğu bir başka zamanı, sanat zamanı kavramını ortaya atıyor. Bu Einstein’ın görelilik teorisinin sanattaki örneği olarak da okunabilir.

Bu bölümden sonra gelen “Poetikanın” Sesi bölümü yedi yazıdan oluşuyor. Ben bunlardan üç tanesine değineceğim. Bunlardan ilki “Cahit Külebi: İki Arada Bir Nerede” adlı yazı. Cahit Külebi şiirini irdelediği bu yazıda Genç, şairin taşraya bakışta diğer şairlerden farkını ortaya koyarken, bir kez daha şairin dille olan ilişkisine değiniyor. Diğer bir yazı “El Yordamıyla Melih Cevdet Şiiri”, Genç’in Melih Cevdet şiiri ekseninde Türkçeye “başkası” (öteki) olarak çevrilen “the other” kavramını irdelediği bir yazı olarak karşımıza çıkıyor. Genç bu çevirinin bizim coğrafyamız için güdük kaldığını söyleyerek başkası yerine “El Âlem” sözcüğünü öneriyor. Ve sonrasında da Melih Cevdet’in şiirlerinde “el âlemin karmaşık ve zengin ayak izlerini” arıyor. Yazının sonunda Anday’dan alıntılanan bir şiiri paylaşalım:

“Hayvanların en büyük korkusu insan olmaktır

Bunca acıyı nasıl barındırdın.

Tümü mutlu ölen hayvanlar birbirini tanımazlar.

Bense başkasını tanırsam kendime acıyorum

Yan yana duruyoruz

Elden ne gelir ki?

Başkasını yaratmak gerek”

“Ahmet Oktay’da Şiirin Unutmayışı” yazısında Genç, Ahmet Oktay şiiriyle birlikte yazının ve şiirin “ne olduğu” üzerinde dururken, şiirin tarihi yazan elin karşısındaki el olduğunu söylüyor.

Kitabın son bölümü olan ve Genç ile yapılan bir söyleşiyi kapsayan bölümden önce gelen Menzil Arayışı, Genç’in altı farklı romana dair görüşlerini barındırıyor. İlk yazı “Oğuz Atay ve Vüs’at O. Bener’de Özgürlük Sorunu”, Atay’ın Tehlikeli Oyunlarromanı ile Bener’in Bay Muannit Sahtegi’nin Notları romanlarını Sartre ve Levinas’ın özgürlük kavramlarından yola çıkarak okurken, söz konusu iki romanın kahramanlarının yaşam karşısındaki duruşlarını sorgulayarak özgürlüğün ne olduğuna dair bir tanım getirmeye çalışıyor.

Değineceğim diğer bir yazı ise benim için de önemli bir roman olan Adalet Ağaoğlu’nun Ölmeye Yatmak romanı üzerine yazılmış olan “Adalet Ağaoğlu’nun Ölmeye Yatmak Romanını Heidegger ve Arendt Üzerinden Okumak” adlı yazı. Burada Genç yine Heidegger’de ölüm olgusu üzerinde durduktan sonra Ağaoğlu’nun kahramanı Aysel’in ölmeye yattığı otel odasındaki hesaplaşmalarına değinerek, onun hayatın ve ölümün anlamı sorularının korkusuzca üzerine gidişini anlatıyor bize. Aysel’in “kendi varoluşunu gerçekleştirebildiğini, hayatına bir anlam katabildiğini” söylüyor. Genç sonrasında ise Heidegger’in öğrencisi ve aynı zamanda sevgilisi olan Arendt’in Heidegger’den farklı olarak anlamın ölümde değil, yaşamın kendisinde, başkalarıyla ilişkide yattığını savunduğuna değiniyor. Genç’in Aysel’i ölmeye yatmaya götüren, Heidegger ve Arendt açısından bulduğu, nedenler ise oldukça iyi tespitler içeriyor. Bunları okumayı size bırakıyorum.

Son olarak kitabın başında yer alan Ontik Olanın Olanaklılığı yazısından ontik olana ilişkin birkaç cümleyle yazıyı bitirmek istiyorum. Şimdiden iyi okumalar.

1.1 Ontik olan kendini oluş halinde var eder.

1.5 Bulanık ve tekinsiz, renksiz ve yalnızdır ontik olan.

1.6 Ontik olan kendi nevi şahsına münhasır olandır.

2.1 Gelenek ontik olanın evidir.

2.2 Ontik olanın imkânı evin sınırları dışında-ötesindedir.

2.9 Sanatçı ontik olarak uyuyanı, karanlıkta kalanı, hiçliğin kuyusundan çıkarmalı-uyandırmalıdır.

1984’E DAMIZLIK KIZIN ÖYKÜSÜYLE YENİDEN BAKMAK

Bir süredir aklımda George Orwell’ın 1984 adlı romanını tekrar okumak ve onunla ilgili bir yazı yazmak vardı. Ama o arada Margaret Atwood’un Damızlık Kızın Öyküsü romanına başladım ve önsözünde 1984 ile karşılaştım. Atwood, Damızlık Kızın öyküsünü Orwell’in romanının geçtiği tarihte, 1984’te yazmıştı. Üstelik nisan ayında yazmaya başladığını söylüyordu, önsözde. (1984 romanının ilk cümlesi şudur; “Pırıl pırıl, soğuk bir nisan günüydü; saatler on üçü vuruyordu.”) Bütün bunlar birer tesadüf müydü ya da Atwood’un bilinçli bir seçimi miydi bilmiyorum. Önsözünde buna dair bir şey yok.

İki roman da şu an yaşadığımız gerçeklikten farklı bir toplumu, toplumsal ilişkileri, bir düzeni anlatır. Orwell’ın romanı bir distopya iken, Atwood kendi romanı için distopya ve ütopya kavramlarının bir birleşimi olarak ortaya attığı “üstopya” terimini kullanır. Orwell 1984’te kurguladığı distopik evreni aktarmayı kahramanı Winston’un yaşantıları aracılığıyla yaparken, Atwood adını bilmediğimiz damızlık kızın ağzından yapar. Orwell’ın 1984’ü acımasız bir distopyadır. Orwell 1948’de yazdığı bu romanında sınırları tamamen belirlenmiş, bellekten yoksun bir toplumsal yapıda gerçekliğin dil aracılığıyla denetim altına alındığı, insanların “büyük birader” in sürekli gözetimi altında olduğu, karanlık bir dünyayı anlatır. Bu dünyada İngsos denilen egemen ideolojinin diğer düşünce biçimlerini olanaksız kılması esastır. Kahramanımız Winston’ın bir defter alıp günlük tutarak işlediği suç, Julia ile ilişkisi ile başka bir boyut kazanır. Winston günlük tutarak tüm öteki suçları da içeren temel suçu işlemiştir. Buna düşünce suçu denmektedir ve sanki bu suç dışında başka bir suç yoktur bu toplumda. Her şey en ince ayrıntılarına kadar belirlenmiştir. Karşı örgüt, onun yapılanması, düşünce suçlularını ortaya çıkarma yolları ve onların ne şekilde yok edileceği ya da tekrar sisteme katılacağı hep belirlidir. Aşkla özgürlüğe atılan bir adımın sonuçta korkuya yenik düşülerek sonlanmasıdır 1984. Orwell’ın bu romanı önsözde Eric From’dan yapılan alıntıda belirtildiği gibi “güçlü bir uyarı” dır belki de.

 Oysa Atwood’un romanı bir rüyada geçiyor gibidir. Özellikle romanın başlarında anlatımın kendisinde kopukluklar, boşluklar, anlam kaymaları vardır. Roman ilerledikçe roman kahramanının anılarına dönmesi, geçmişi hatırlamaya başlamasıyla birlikte dilde de düzelme görülür. Atwood’un romanında da bir Göz’den bahsedilir. Ancak bu Büyük Birader gibi tek bir göz değil, gözlerdir. Ve bu gözler çok da belirli değildir.

Burada rejimin adı Glead’dır ve damızlık kızlar ait oldukları erkeğin adıyla anılır. Örneğin bizim kahramanımızın adı Fredinkidir. Gerçek adını hiçbir zaman öğrenemeyiz. Damızlık kızın görevi adında saklıdır. Komutana çocuk vermek.

Kahramanımız eski günlerle bu gün arasında gidip gelir sürekli. Kitabın sonunda okuduğumuzun bir bant kaydı olduğunu anlarız. Ancak bu kayıt yazılı bir metinden de kayda alınmış olabilir. Burada yine 1984’deki bir belirlilik yoktur. 1984’de Orwell bir karşı örgütün varlığına bile izin vermez. Oysa Damızlık Kızın Öyküsü’nde kahramanımızın komutanı deler kuralı. Bunu damızlık kızla Scrabble oynayarak yapar. Böylece komutan da damızlık kız da belki de romandaki tek belirlilik olan var oluş kurallarının dışına çıkarlar. Damızlık kız sadece bir doğurganlık nesnesi olmasının, komutansa komutanlık ne gerektiriyorsa onun. Ki aralarında olması gereken tek ilişki duygusuz bir cinselliktir. Şöyle diyor damızlık kız bir yerde; “Bize dair eğlendirici hiçbir şey olmamalı, gizli duyguların serpilmesine hiç yer bırakılmamalı. Ne onlar ne de biz özel ilişkiler için yaltaklanmamalıyız, aşk için hiçbir dayanak bulunmamalı. Biz iki bacaklı rahimleriz, hepsi bu: kutsal tekneler, gezgin kadehler.”

Orwell’ın roman boyunca üzerinde durduğu şeylerden en önemlisi dil. Yapılanı bir filolog olan Syme karakterinin ağzından dinleyelim;

“Sözcükleri yok etmek harika bir şey. Hiç kuşkusuz asıl farklılık fiiller ve sıfatlarda ama atılabilecek yüzlerce isim de var. Örneğin “iyi” sözcüğü. İyi sözcüğü varken “kötü” sözcüğüne niye gerek duyalım ki? “İyi değil” dersin olur biter.”

“Yeni söylemin tüm amacının düşüncenin ufkunu daraltmak olduğunu anlamıyor musun? Sonunda düşünce suçunu tam olarak olanaksız kılacağız çünkü onu dile getirecek tek bir sözcük bile kalmayacak”

Kurumların ( Varlık Bakanlığı, Gerçek Bakanlığı, Sevgi Bakanlığı, Barış Bakanlığı) adlarıyla bir ilgileri yoktur. Sloganlar “SAVAŞ BARIŞTIR”, “ÖZGÜRLÜK KÖLELİKTİR”, CAHİLLİK GÜÇTÜR”  şeklindedir.

Atwood da kelimelere önem veriyor ancak farklı bir şekilde. Örneğin eskiden İşçi bayramı olarak kutlanan 1 Eylül günü bu yeni toplumda doğum bayramı olmuştur. (Şu açıklama verilmiş romanda: Labor (işçi) sözcüğünün yan anlamlarından biri de doğum yapmak) Üzerinde inanç sözcüğü yazan bir yastık var. Geçmişten kalmış bir nesne bu ve her şeye rağmen bu güne taşıyor o sözcüğü. Damızlık Kızın öyküsü romanında Atwood dili anımsamayla birlikte bütün bir romana yaymış aslında. Kahramanımız anılarına döndükçe, kendini, geçmiş günleri, duygularını anımsadıkça düşüncesi ve anlatım dili de düzgünleşiyor.

Her iki romanda da üzerinde durulan bir konu var: cinsellik. Atwood romanında buna çok daha kapsamlı olarak yer vermiş. Glaed toplumunda cinsellik tamamen mekanik bir hal almış. Damızlık kızlar, komutanların karılarının yapamadıklarını, onlara çocuk verme “işi” ni üstlenmişler. Şöyle diyor damızlık kız yaşanılan cinsellik için bir yerde; “Eğlence değil bu, Komutan için bile. Ciddi bir iş. Komutan da görevini yapıyor.” Ancak daha sonrasında   Scrabble oyunuyla birlikte ( ki çok insani bir şey bu, Orwell’ın belki de ıskaladığı) komutanla damızlık kızımız arasında duygu içeren bir ilişki başlıyor. Komutan damızlık kızdan onu öpmesini isterken, damızlık kızın bunun başına gelen en tuhaf şeylerden biri olduğunu söylemesi ilginç. Öpüşmek o derece tuhaf bir şey yani.

Cinsellik 1984’te de önemli bir yere sahip. Parti cinselliği bastırmak istemektedir çünkü cinselliğin bastırılması isteriyi tetikler ve bu da savaş coşkusuna ve öndere tapınmaya dönüşebilir. Bastırılmış enerji şiddet olarak boşalabilir. Her iki roman da cinselliğin zevk alma, sevgi ve aşk özelliklerinin yiterek sadece üremek için bir araç oluşunun baskıcı toplumların varlığını sürdürmede başat bir unsur olduğu mesajını veriyor bize. İki insan arasındaki en saf yakınlık olan bu eylem insani boyutundan, duygudan uzaklaştıkça mekanikleşiyor. Oysa o saf halinde bir başkaldırı. 1984’ te Orwell’ın dediği gibi Partiye indirilmiş bir darbe.

Şüphesiz bu iki romanla ilgili çok daha başka şeyler söylenebilir, farklı çıkarımlar yapılabilir. Bu yazı benim bu iki roman üzerine yazdığım ikinci yazı. Belki ilerde bir başka yazı daha yazabilirim. Son olarak iki roman arasındaki temel fark ve belki de Atwood’un romanını neden üstopik olarak adlandırma sebebine bakabiliriz.

1984’ün sonunda Winston da sevgilisi Julia da birbirlerine ihanet ederler. Korku ile inanç seçiminde korkuya yenik düşerler.

Damızlık Kızın Öyküsünde ise henüz bellekte silinmemiş, nesneler aracılığıyla ya da anılarla dönülerek hatırlanan geçmiş, geleceğin kurtuluşu olur.  

Belki alakasız gibi görünebilir ancak bu yazıyı yazarken bir başka kitabın, İsmail Metin’in La Kitaptan çıkan Göbeklitepe kitabının arka kapağında rastladığım Sümer tabletlerinde yer alan Nibiru’lu Anu’nun oğlu Enki’nin şu sözüyle bitirelim yazıyı;

Geçmişin geleceği olsun yargıç!

1984’DEN DAMIZLIK KIZIN ÖYKÜSÜNE /1

Atwood’un Damızlık Kızın Öyküsü romanına başlamadan önce aklımda Orwell’ın 1984’nü tekrar okumak ve onunla ilgili bir yazı yazmak vardı. Ama o arada Atwood’un romanına başladım ve önsözünde 1984 ile karşılaştım. Atwood, Damızlık Kızın öyküsünü Orwell’in romanının geçtiği tarihte 1984’te yazmıştı. Bu bir tesadüf müydü ya da Atwood’un bilinçli bir seçimi miydi bilmiyorum. Önsözünde buna dair bir şey yok. Ama önsözü bitirdiğimde bu iki romanı birleştiren bir yazı yazmaya karar vermiştim.

Orwell 1984’ü 1948 yılında yazmıştır. 1984 aslında Orwell’ın 1948’teki 4 ve 8 rakamlarının yer değiştirmesiyle karar verdiği bir tarihtir.

İki roman da şu an yaşadığımız gerçeklikten farklı bir toplumu, toplumsal ilişkileri, bir düzeni anlatır. Orwell’ın romanı bir distopya iken, Atwood kendi romanı için distopya ve ütopya kavramlarının bir birleşimi olarak ortaya attığı “üstopya” terimini kullanır. Orwell 1984’te kurguladığı distopik evreni aktarmayı kahramanı Winston’un yaşantıları aracılığıyla yaparken, Atwood adını bilmediğimiz damızlık kızın ağzından      yapar. Bu anlamda, anlatım açısından bakıldığında Orwell’ın romanı daha belirlidir. Orwell gelecekte bir dünya kurmuş (Okyanusya) ve o dünyayı en ince ayrıntılarına kadar belirlemiştir. Kurumlar ( Varlık Bakanlığı, Gerçek Bakanlığı, Sevgi Bakanlığı, Barış Bakanlığı), sloganlar (SAVAŞ BARIŞTIR, ÖZGÜRLÜK KÖLELİKTİR, CAHİLLİK GÜÇTÜR) , egemen ideoloji İngsos, Okyanusya’nın dili yenisöylem en ince ayrıntılarına kadar anlatılır romanda. Büyük Biraderin gözü hep üzerinizdedir. Her eve yerleştirilmiş tele-ekranlar aynı anda hem yayın yapabilir hem de görüntü ve sesleri kaydeder. Düşünce polisi sürekli ensenizdedir. Sanki düşünce suçu dışında bir suç yok gibidir. Bu suçu işlerseniz tutuklanır, ortadan kaybedilebilirsiniz. Adınız kayıtlardan silinir. Karşı örgüt, onun yapılanması, düşünce suçlularını ortaya çıkarma yolları ve onların ne şekilde yok edileceği ya da tekrar sisteme katılacağı hep belirlidir. Oysa Atwood’un romanı bir rüyada geçiyor gibidir. Özellikle romanın başlarında anlatımın kendisinde kopukluklar, boşluklar, anlam kaymaları vardır. Roman ilerledikçe roman kahramanının anılarına dönmesi, geçmişi hatırlamaya başlamasıyla birlikte dilde de düzelme görülür. Atwood’un romanında da bir Göz’den bahsedilir. Ancak bu Büyük Birader gibi tek bir göz değil, gözlerdir. Ve bu gözler çok da belirli değildir. “Belki o da bir göz.” Burada rejimin adı Glead’dır ve damızlık kızlar ait oldukları erkeğin adıyla anılır. Örneğin bizim kahramanımızın adı Fredinkidir. (Böyle bir kullanım bizim dilimizde de vardı bir zamanlar, belki hâlâ var.) Komutan ve karısı var ve bir de damızlık kız. Damızlık kızın görevi adında saklı. Komutana çocuk vermek. Bir de ekonokadınlar var. Bunlar her işi yapan kadınlar. Kahramanımız eski günlerle bu gün arasında gidip geliyor sürekli. Kitabın sonunda okuduğumuzun bir bant kaydı olduğunu anlıyoruz. Ancak bu kayıt yazılı bir metinden de kayda alınmış olabilir. Burada yine 1984’deki bir belirlilik bulunmamakta. 1984’de kahramanımız Winston günlük tutar. O günlüğe başlaması bir anlamda hem kurtuluşu hem de sonunda esaretinin kesinleşmesi olacaktır. 1984’de Orwell bir karşı örgütün varlığına bile izin vermez. Oysa Damızlık Kızın Öyküsü’nde kahramanımızın komutanı deler kuralı. Bunu damızlık kızla Scrabble oynayarak yapar. Böylece komutan da damızlık kız da belki de romandaki tek belirlilik olan var oluş kurallarının dışına çıkarlar. Damızlık kız sadece bir doğurganlık nesnesi olmasının, komutansa komutanlık ne gerektiriyorsa onun. Ki aralarında olması gereken tek ilişki duygusuz bir cinselliktir. Şöyle diyor damızlık kız bir yerde; “Bize dair eğlendirici hiçbir şey olmamalı, gizli duyguların serpilmesine hiç yer bırakılmamalı. Ne onlar ne de biz özel ilişkiler için yaltaklanmamalıyız, aşk için hiçbir dayanak bulunmamalı. Biz iki bacaklı rahimleriz, hepsi bu: kutsal tekneler, gezgin kadehler.” Fakat işte komutan kuralları deliyor ve bununla da kalmıyor ondan kendisini öpmesini istiyor. Damızlık kızsa bunun başına gelen en tuhaf şeylerden biri olduğunu söyledikten sonra, bağlam her şeydir, diyor.

1984’te asıl serüven bir sözle başlar “seni seviyorum.” Orada korkulara yenilerek sonlanan bu serüvenin bir benzeri Atwood’un romanında inancın ve anıların yardımıyla korunan belleğin kayıt altına alındığı baskıcı toplumun ötesine ulaşır. Sınırları tam olarak çizilmiş bir hayatın varlığına inanmadığımdan Atwood’un tarafında olduğumu söylemeliyim.

Gecede — Parşömen Sanal Fanzin

Uyandım. Gün ışığı odanın içene doluyor. Kalkıp pencereye gidiyorum. Perde açık. Ortasında bir havuz olan, çeşitli meyve ağaçları ve dört adet mavi sedir ağacının bulunduğu geniş bahçenin ilerisinde kumsal alabildiğine uzanıyor. Pencereyi açıyorum, kuş cıvıltıları içeri doluyor. İrfan uyuyor. Yıllar içinde daha da belirginleşen göbeği ince pikenin altından yükselip inerken, bir yandan da hırıltılı bir […]

Gecede — Parşömen Sanal Fanzin

ESKİDEN ÇOK ESKİDEN

-Peki ya Pamuk Prenses dedi çocuk, peki o.

– O bir masaldı, yavrum, dedi anne.

MASALLARA

Gürpınar Ltd. Şti. iki ortaklı bir şirket olup, ortaklardan birinin adı Gür, diğerinin ki Pınardır. Size bu şirketin kuruluş amaçlarını, nerde, ne şekilde, ne zaman kurulduğunu, Ticaret Sicil Gazetesindeki yerini, bu şirketi kurmak için günlerce beklenen kuyrukları ve tabii yatırılan, batırılan ve en sonunda kazanılan paraları anlatacak değilim. Hayır benim anlatacağım çok daha başka bir şey. Tüm bu kuru gürültünün, bu pratik kumkumasının ötesinde bir şey. Bir hikaye mi dersiniz, şiir mi belki de felsefe dersiniz. Siz bilirsiniz. Hem içinde felsefe ve şiir taşımayan bir anlatı ne kadar kurudur, bilir misiniz? Canım Woolf.

Şöyle bir rahatlayın, önce. Koltuğunuza oturun, elinizde çayınız, hazırlayın kendinizi öyküye. Başlayacağımı sanmıştınız, değil mi? Ama kim söyledi size kuzum, masalcıların sözünde durduğunu? Onlar sizi olmayan, sanal bir aleme götürüp, eğlendirmezler mi, gönüllerince. Ve onlar değil midir sizi zevkle çıldırttıkları gibi buhranlara sürükleyen, soru işaretlerini artırıp, cevap vermeyen, size bırakan cevapları bulma işini. Onlar hayal dünyasında gerçek avcısıdır. Dinle şimdi. Bu öyküyü sana anlatacağım.

Günün akşam vaktinde, Ankara’nın orta yeri Yenişehir’de karşılaşan iki kişi ne yapar? Bu sorunun göreceli bir cevabı olacağı açıktır. Bu iki kişi tanıdıksa ve aynı zamanda çok yakınsa ve bir süredir görüşmüyorlarsa, hafif çığlık ve bağrışmalar içinde sarılıp öpüşüp koklaşırlar. Ya da hoşlanmıyorlarsa birbirlerinden görmezden gelebilirler birbirlerini, öylece geçip giderler. Seçenekler, bulabildiğinizce çoğaltılabilir. İşte o akşam M. ile S. tam da adı geçen yerde, heybetli bir yapı olarak yükselen ama halen adsız olan Kızılay Binasının önünde karşılaştılar. Çok sonra, artık yaşlandıklarında şöyle anlatacaktı S. o anı bana;

“Ben o gün öyle güçsüz ve paramparçaydım, kanatlarım kırılmıştı sanki, yaralıydım. M. yi gördüm, yıllar öncesinde kalan, sevinçli bir anının sisler ardından çıkışı gibiydi, bu, benim için. O benim aşkımdı ve ben öyle kanadı kırık bir kuş gibi dolanırken Yenişehir’de, o bir mucize gibi dikilmişti, karşıma. Yüreğimin sesini duydum; ” Bu M., benim ilk aşkım, beni alıp götürse, beni alıp uzaklara, benden öteye götürse.” M. nin içinden neler geçmişti bilmek istersiniz, eminim. Dinleyin; “Sarsıldım . İçimde üzerini bin bir çabayla örttüğüm , patlamasın diye senelerce eski küllerle donattığım bir volkan kıpırdadı. Ta içimde, ta derinlerde duydum, bunu. Her biri birbirinden güzel olan günlerimizin özlemiyle sızladı, burnumun direkleri. Bütün yıkımlar pahasına diyordu yüreğim, ne olursa olsun aşk tektir, ölümsüz ve yüce. Onun sesi seneler sonra ilk defa bu kadar yakındı.” Ne oldu dersiniz? Bu iki insan Yenişehir’in ve iş bitimi koşuşturmasının tam ortasında ne yaptı? Hangi olasılık oluştu, nedeni bilinmeyen bir seçimin sonucunda? Yoksa siz masalların mutlu bitmesi gerektiğine inanan azınlıktan mısınız? Modern zamanlarda masallar mutlu bitmiyor oysa, unutmayın pamuk prenses sadece bir hayal. 4 yaşında bir çocuk gülebilir pamuk prenses hikayesine, alay edebilir onunla yada aptalmışsınız gibi bakabilir suratınıza. Onlar bir başka çağın çocuğuydular, evet. Sonu mutlu biten masalları vardı ve tabii cinler, ecinniler ve humacıları asla unutmamalı; korku çağı çocukları, onlar.

En yüreğe sığmayacak duyguları kendi kapıları ardında yaşamaya mahkum edilmiş, tutsak kuşak. İşte tam da bu yüzden nicedir susturdukları yüreklerinden gelen seslerle beliren afallamalarını dillendiremeden, iki ayrı yöne doğru ilerlediler. Hiç tanışmıyormuş gibi, yüzlerine geçirdikleri maskeler düşmesin diye başka taraflara çevirerek yüzlerini. Şimdi sen eee, diyorsundur, Gürpınar Ltd. de neyin nesi öyleyse? Biliyorsun, bu oyunda ipler benim elimde. İstersem seni bu soruyla baş başa bırakıp, gidebilirim. Bir nokta yeter buna. Koydum noktayı bitti işte, senin ne düşündüğün umurumda mı? Ama oyunu tamamlamak gerek, taşlar yerine oturmalı, oturmalı ki yazgı açabilsin kendini hayatta. Gür S. nin yeğeni, oğlu gibi sevdiği, yazgısı kendisine benzemesin diye güzel masallarla büyüttüğü yeğeni. Pınar, Pınar mı? Gür Pınarı arıyor, henüz bulmuş değil. Ama ne demişler, aramak bulmanın yarısıdır.

HUZURSUZLUK YARATAN, RAHATSIZ EDİCİ BİR ROMAN: TİRZA

HUZURSUZLUK YARATAN, RAHATSIZ EDİCİ BİR ROMAN: TİRZA

Bir eserin büyüklüğü nereden gelir? Sanırım söyledikleri kadar söylemediklerinden. Bizi düşünmeye, okuduklarımızın ötesine geçmeye zorlamasından. Bu tür eserlerin insana verdiği başka bir haz var. Bunu kelimelerle anlatmak zor.

Tirza böyle bir roman mı? Doğrusu son bölüme gelinceye kadar pek de böyle düşünmüyordum. Evet diyaloglar çok iyiydi. İki kızıyla kocasını terk eden bir kadının geri dönüşü. Kadınla adamın birbirlerine yabancılıkları. Buna rağmen iki çocuk sahibi olabilmeleri. Kadın (karısı olarak geçiyor hep) adamla (Hofmeester) evlenmiştir, çünkü onun iyi bir baba olacağını düşünmüştür. Ve dayanamadığı bir noktada ilk sevgilisine gitmiş, iki kızını ve Hofmeester’ı terk etmiştir. Küçük kızı Tirza’nın mezuniyet partisi öncesinde sevgilisinden ayrıldığı (ki bunun nedeni de sevgilisinin bir çocuk istemesi ve sevgilisinin çocuk sahibi olamamasından dolayı bunun gerçekleşmeyecek olmasıdır. Burada sevgilisi bunun sorumluluğunu ilginç bir şekilde kadına yükler) ve gidecek bir yeri olmadığı için geri döner. Hofmeester da onu kabul eder. Nerdeyse sorgusuz sualsiz. Hofmeester o kadar mekaniktir ki karısının geldiği o günde “baba, aptallık etme, sana böyle davranmasına izin verme” diyen kızına şöyle der “Ben huzur içinde yemek yemek istiyorum Tirza, istediğim tek şey bu.” Üstelik karısının gidişini “o bizi terk etmedi. Kendini geliştirmeye gitti” şeklinde rasyonalize etmektedir. Karısı buna karşı çıkar, ona tahammül edemediği için gittiğini söyler. Bu arada geçmişe gidişler var. Hofmeester evinin üstündeki küçük daireyi kiraya veriyor. Kirayı almak için büyük kızı İbi’yi görevlendiriyor. Bunu kirayı almayı kolaylaştırmak için yapıyor. Küçük bir kıza kimse dayanamaz, onu geri çeviremez düşüncesiyle. Ancak bir gün İbi gecikince üst kata çıkıyor, kendindeki anahtarla içeri giriyor ve kızıyla kiracının birlikte olduğunu görüyor. Buna tepki gösteriyor. Eline geçen ayaklı lambayla kiracıya vuruyor ve şöyle diyor  “Kızım kiralık değil , kızım kiraya dahil değil.”Ve kiranın bulunduğu zarfı alıyor. Bütün diyaloglarda Hofmeester’ın karısıyla ve kızlarıyla olan bütün diyaloglarında görülen bir şey var; mekaniklik. Onun için önemli olan tek şey düzenin sürmesi; yemeğin pişip, zamanında yenmesi, partinin düzgün bir şekilde gitmesi…Bu yüzden karısının yaptığı “terk etmek” değil, “kendini geliştirmek” ona göre. Bu yüzden İbi’yle kiracıyı yakalamasının ardından karısı “ne oldu” diye sorduğunda “ayaklı lamba kırıldı” diye cevap veriyor. Bu yüzden işine son verildiğinde bunu bir süre kimseye söylemiyor ve sanki işe gidiyormuş gibi bir havaalanına gidiyor. Gününü orada geçiriyor. Kira gelirlerini bir fona yatırıyor ancak fon 11 Eylül’ün ardından buharlaşıp gidiyor. Buna hiç tepki vermiyor nerdeyse. Her şeyi kabul ediyor. Sorgusuz sualsiz. Ama bir nefret oluşuyor içinde Muhammet Atta’ya. Tıpkı kiracıya, karısına karşı olduğu gibi. Tiksinmeyle karışık bir nefret. Kızı Tirza’nın sevgilisine teninin renginden dolayı Muhammet Atta diyor. Kızının ardından gittiği Afrika’da ise 9 yaşındaki tek bir cümle dışında (Do you want to campony sir?) hiçbir şey konuşmayan Kaisa ile dost oluyor. Ve belki de onca yıl boyunca yaşadığı ilk dostluk bu oluyor.

Nedense Katip Bartleby geldi akılıma. Karşılaştırmalı bir okuma yapılabilir.

Tirza acımasız, rahatsız edici bir roman.

SABAH

Yürüyorum. Sokaklar sessiz, hem sensiz. Yürüyorum, kuşlar eşlik ediyor bana, bir takanın sessizliği yırtan sesi, karşıdan gelip çöpe bir bakış atan günaydın dediğim kadın. İnsanlar uykuda. Saatler sabahın kör karanlığını gösteriyor. Ama yine de aydınlık, sessiz bir aydınlık. Az ilerde, denizin üst kısmında dar topraklıkta bir inek arkası denize dönük öylece duruyor. Ne yapabilir ki başka, bağlanmış orada.

Yaşam kaybettiklerimiz ve kazandıklarımızın toplamı. Ne çok şey söylenmiş yaşama dair, ne çok şey söylenebilir. Her cümle bir başka düşünceyi açıyor çünkü. Düşünmenin ve söylemenin sonu yok. Ben de bu sonsuzluğu sevmiyor muyum işte.

Şimdi evde, evimde oturmuş yazıyorum. Çiçeklerime bakıyorum. Bana mutluluk veriyorlar. Artlarında deniz uzanıyor, karşıda dağlar. Daha yaşanacaklar var diyorum, daha gidecek çok yolumuz var!

HER YERDEN ÇOK UZAKTA ÜZERİNE

Aslında bambaşka bir yazı yazacaktım. Orpheus üzerine bir yazıydı bu. Yazmıştım nerdeyse. Patrick Süskind’ın deneme kitabı Aşk ve Ölüm Üzerine’den yola çıkarak Ahmet Hamdi Tanpınar’a uzanan oradan J.M. Coetzee’nin Barbarları Beklerken kitabına varan bir yazı. Son aşamasında, tam Barbarları Beklerken’e bağlayacakken flash bellekten siliniverdi. Doğrusu tekrar toparlayamaya gücüm yok şu an bu yazıyı. Üstelik Süskind’ın kitabı da kayıp. Çok olan bir şey değil bu. Kitaplarımı kaybetmem genellikle. Eh bu kadar aksilikte bir şey vardır elbet diye düşünüp bu yazıyı tekrar yazmayı bir kenara bıraktım ve üzerine daha önce kısa notlar aldığım Ursula K. Le Guin’in Her Yerden Çok Uzakta adlı kitabına değinmek istedim.

Şu şekilde başlıyor bu kısa roman;

“Basketbol başarı belgesini alıp, ün, aşk ve servete ulaşmayı nasıl başardığımı konu eden bir hikâye okumayı bekliyorsanız, boşuna bu yazılanları okumayın. Evet, bir şeyi başardım ama bunun ne olduğunu ortaya çıkarmak galiba bütün ömrümü alacak.”

Kahramanımız yada kahramanlarımızdan biri, anlatıcı olan, Owen Thomas Griffiths kendini tanıtıyor. Bir lise öğrencisi. Okulundan bahsediyor (gruplar v.s.) Yalnızlığının farkına varışını ve ötekilere katılışını anlatıyor. Bir olmak ihtiyacından bahsediyor, ötekilerle bir olmak ihtiyacından. “ Sayıların güvenliği”, “Ben, arkadaşlarımın arkadaşıyım”, “Ve eğer Biz, Seni tek başına görürsek, şansın varsa görmezlikten geliriz. Ama şansın yoksa kafana taş yağdırabiliriz. Çünkü biz kot pantolonu yanlış yamammış, hepimizin yalnız olduğunu, güvenlikte olmadığımızı anımsatan insanlardan hoşlanmayız.”

Bir gün otobüste diğer kahramanımızla karşılaşır; Natalie. Konuşurlar. Natalie müzisyendir. Kendini müziğe adamıştır. Bir amacı vardır. Owen ise bir şey istemektedir ama emin değildir. Ailesine daha bağımlıdır ve kendine güvenmemektedir. Kafası karışıktır. Natalie’nin hayatına girişi onu değiştirir.

“Müzik ile düşünmenin birbirine bu kadar benzediği daha önce hiç aklıma gelmemişti. Aslında müziğin de düşünmenin bir başka biçimi olduğu, ya da düşünmenin müziğin bir başka biçimi olduğu söylenebilir.”

Diğer Ursula K.Le Guin kitaplarından farklı olan bu küçücük kitap, aşka, arkadaşlığa, sürünün dışında olmaya, farklı olmanın zorluğuna ve güzelliğine dair pek çok şey barındırıyor içinde.

“Yaşamın anlamı nedir diye sorular sormanın bir yararı olmadığına karar verdik; çünkü yaşam bir yanıt değil, bir sorudur ve yaşamın yanıtı siz, kendinizsinizdir.